Hayatı, hayat yapan belirsizlik üzerine...
Herkesin bir hikâyesi vardır. Yarısı malum, yarısı meçhul olan bin bir hikâye… Biraz meçhul olan taraftan anlatmalıyım. Önce var sayılan kaleler yıkıldı. Sonra topçu atışları kesildi. Hikâye devam etti. Etmeye mecbur, gitmeye mahkûm, bekleyeni olan bir tren gibi…
Girizgâhtaki afili cümleler ne bana yakışırdı ne aileme. Zaten layıkta değildik! Bu hikâye bizim hikâyemizdi. Ya da sadece benim! Geliyorum, türkülerin beni çağırdığı yere; korkunç bir rüyanın ertesinde… Cuma saat altı kırk üç! Yüzümde sarıdan bozma bir renk, avuçlarımda korkudan kalma ter damlaları… Ben aslında zor da olsa rüyalara esir olmaktan sıyrılırdım. Sıyrılırdım da kabusa dönen çocukluk hatıralarına yenik düşüyorum. Hem sıyrılmak şöyle dursun, sıyrılmadan dokunmak istiyor gibiyim. Oğuz Atay’ın dediği gibi; “Ben ölmek istiyorum sayın albayım, ölmek. Bir yandan da göz ucuyla ölümümün nasıl karşılanacağını seyretmek istiyorum.” Çocukluğuma dokunup, yüzündeki masum ifadeyi öpmek, öptükçe uyanmamak istiyor gibiyim…
Saat akrebinin zehriyle yediye yürümekteydi. Sonuç olarak bir gecenin sabahını bir kez daha koklamıştım. Yok, yok beklemiştim. Ruhumda biraz beklemek, biraz düşlemek, biraz da bir şeyler vardı işte! Her şeyden biraz… Ütüsüz; beyaz gömlek, siyah kumaş pantolon, biçimsiz kunduralarım, sırtıma attığım bir kolu ötekine yabancı ceketim ve ben!
Hayatı, hayat yapan belirsizlik üzerine...
Herkesin bir hikâyesi vardır. Yarısı malum, yarısı meçhul olan bin bir hikâye… Biraz meçhul olan taraftan anlatmalıyım. Önce var sayılan kaleler yıkıldı. Sonra topçu atışları kesildi. Hikâye devam etti. Etmeye mecbur, gitmeye mahkûm, bekleyeni olan bir tren gibi…
Girizgâhtaki afili cümleler ne bana yakışırdı ne aileme. Zaten layıkta değildik! Bu hikâye bizim hikâyemizdi. Ya da sadece benim! Geliyorum, türkülerin beni çağırdığı yere; korkunç bir rüyanın ertesinde… Cuma saat altı kırk üç! Yüzümde sarıdan bozma bir renk, avuçlarımda korkudan kalma ter damlaları… Ben aslında zor da olsa rüyalara esir olmaktan sıyrılırdım. Sıyrılırdım da kabusa dönen çocukluk hatıralarına yenik düşüyorum. Hem sıyrılmak şöyle dursun, sıyrılmadan dokunmak istiyor gibiyim. Oğuz Atay’ın dediği gibi; “Ben ölmek istiyorum sayın albayım, ölmek. Bir yandan da göz ucuyla ölümümün nasıl karşılanacağını seyretmek istiyorum.” Çocukluğuma dokunup, yüzündeki masum ifadeyi öpmek, öptükçe uyanmamak istiyor gibiyim…
Saat akrebinin zehriyle yediye yürümekteydi. Sonuç olarak bir gecenin sabahını bir kez daha koklamıştım. Yok, yok beklemiştim. Ruhumda biraz beklemek, biraz düşlemek, biraz da bir şeyler vardı işte! Her şeyden biraz… Ütüsüz; beyaz gömlek, siyah kumaş pantolon, biçimsiz kunduralarım, sırtıma attığım bir kolu ötekine yabancı ceketim ve ben!